9 Nisan 2015 Perşembe

Buse’yle Kavurma Zamanı: Periscope’un gördükleri…

Sosyal medyanın ilk nesli tamamen metin ve biraz da fotoğraf üzerineydi. İkinci nesle geçerken video ve fotoğraf ağırlıklı mecraların yükselişini gördük. Mart ayının son günlerinde açılan Periscope ise bir yerde üçüncü nesli temsil ediyor: Kişisel canlı yayın…

Güney Afrika’da bir sahilden surf yapanları çeken bir genç, Hollanda’da bir ofisten kahve molasını paylaşan çalışanlar, New York’ta Central Park’ta koşan bir grup arkadaş, öğretmenlerini sınıftan yayına alan öğrenciler, arkadaşı Buse'nin mutfakta yaptığı kavurmayı yayınlayan Ankara'lı...Hepsi o anda, hepsi canlı, hepsi özel… Gerçekten farklı bir deneyim.

Halihazırda sadece IOS’ta mevcut olan Periscope’da facebook ve twitter’ın ilk günlerindeki meraklı arayışlar, keşifler yaşanıyor. İlk girenler ve kullananlar twitter’da olduğu gibi haberciler, ünlüler, fenomenler ve teknoloji meraklıları... Bu yazıyı yazarken internet ekipler amiri Serdar Kuzuluoğlu’nun 352 takipçisi olduğunu not edeyim.

Seyredilen görüntü üzerine yorum yapabilme özelliği interaksiyon sağlıyor ve dahası yayınları yayın bittikten sonra seyretme imkanı da var. Sadece seçtiğiniz kişilere yayın özelliği uygulamayı özel kullanım için çekici hale getiriyor. Son derece basit, kullanışlı arayüzü ve 3G’de bile gayet hızlı bir canlı yayın sağlayan teknolojik altyapısıyla Periscope'un sosyal medya’ya uzun süreden sonra ilk defa yeni bir soluk getireceği çok açık.

Şu anda gördüğümüz uygulamanın çok az özelliği var ve daha heyecan veren yönü de bu belki: Kişisel canlı yayın konusu gelişime çok açık. Tema ve ilgili konulu arama ve yayın yapabilme, karşılıklı video konferans, saate ve kullanıcıya göre kurulabilecek alarmlar, lokasyona göre yayın arama, anlık habere göre yayın arama ve bunlar gibi bir çok özellik Periscope’a gelebilir. Twitter’ın, uygulamayı yayına başlamasından çok kısa bir süre sonra 100 milyon USD vererek satın alması da böyle bir potansiyele işaret ediyor zaten. Twitter’ın Periscope’dan önce hayata geçen başka bir uygulama olan Meercat yerine Periscope’u satın alması da ileriye yönelik çok önemli bir sinyal.

Böylesine kolay ve hızlı canlı yayın yapabilme imkanı markalar için de çok ilginç fırsatları beraberinde getirecektir diye düşünüyorum. Etkinliklerin canlı olarak paylaşılması, müşteri deneyiminin canlı olarak yaşatılması, ürün ya da hizmetlere dair anlık canlı yayınların hayata geçirilmesi, saatli içerik planlamalarının yapılabilmesi bir solukta sayılabilecek olanlar… Zaman içinde bu mecrada çok ama çok ilginç şeyler göreceğiz... Diğer taraftan spor karşılaşmaları gibi ticari canlı yayınların ve farklı telif haklarının korunması, pornografi ve özel hayatınızın birden bire canlı yayına alınma ihtimali gibi Periscope’un beraberinde getirdiği zorluklar da yine önümüzdeki günlerde çok tartışılacaktır…

Başkasının gözünden sıradan günlük hayatı canlı seyretmenin ne anlamı olabilir diye düşünmeyin, yeni nesil sosyal medyayı en kısa zamanda siz de keşfedin: www.periscope.tv







9 Aralık 2014 Salı

Taraftar vs. Müşteri

2000'li yıllarda birileri futbol oyunu etrafında olup bitenlerin artık iyice bir endüstri haline geldiğini, çok büyük paraların döndüğünü ve bu çarkın dönmesi için de kulüp taraftarlarının "müşteri"lere dönüştürülmesi gerektiğini söyledi.

Olaya tamamen yanlış bakıyorlardı. Bu bakış açısının sonucunda büyük hatalar yaptılar; taraftarın kim olduğunu, taraftarlığın ne anlama geldiğini, taraftarın ne beklediğini hiç araştırmadan, anlamsız satış, pazarlama ve konumlandırma stratejileri uyguladılar. Onlar için pazarlama bazı şeylerin fiyatını artırmak, ücretsiz olan bazı şeylere ücret koymak ve ilgili ilgisiz şeyler üretip onların satın alınmasını beklemekten ibaretti. Değer eksenini tamamen rafa kaldırdılar. 

Elbette başarısız oldular.

2015' giriyoruz ve şimdi dünyanın koca koca şirketleri, mevcut müşterilerini "taraftara" dönüştürmeye çalışıyor, bunun için de büyük yatırımlar yapıyorlar. Neden mi?

Çünkü,

Müşteri: 
Sadık değildir.
Sadece satın alır.
Fiyata hassastır.
Üründen memnun kalmazsa belki şikayet eder, çoğunlukla olumsuz propaganda yapar.

Taraftar: 
Sadıktır.
Satın alır.
Başkalarına satın aldırtır.
Senin için reklam yapar.
Ürün önerir, ister.
Beğenmediklerini sana söyler, nasıl düzelteceğinin önerisiyle birlikte.
Fiyata hassas değildir.

Normal bir şirket için "müşterinin" taraftar haline dönüştürülmesi oldukça kapsamlı bir strateji geliştirilmesini ve bu stratejinin operasyonel ve iletişim süreçleriyle hayata geçirilmesini gerektiriyor. Oysa ki spor klüplerinde  hedef kitle zaten "taraftar", özel bir uğraşa gerek yok, yapılması gereken değerlerine önem vermek, onları anlamak ve onlarla aynı dili konuşmak...

Barcelona'nın sportif ve ticari başarısında değerlerine verdiği özel önemin büyük rol oynadığını kulübün eski CEO'su Soriano -ki şu anda Manchester City'nin CEO'sudur- anlatmıştır. Diğer birçok büyük kulüp de taraftar memnuniyeti sağlamak için iletişim ve pazarlama uygulamalarını artık bu eksende ele alıyorlar. 

Beşiktaş'ın yeni sponsoru Vodafone'un, bu gerçeği mükemmel bir şekilde öngördüğü anlaşılıyor. İlk günden başlayarak yavaş yavaş kulüp taraftarının bam teline dokunan, onları etkileyen bir iletişim dili kullandılar, Beşiktaş'ın değerlerine önem verdiklerini hissettirdiler, iletişim araçlarında taraftarı hemen yakalayan çoklu bir algı yönetimini hayata geçirdiler.

@VodafoneArena sosyal medya hesap yönetimini ele alalım. S
tratejik yönetimi taraftarı çok yakından tanıdığını düşündüğüm "birileri" tarafından  yapılan hesabın hem dili taraftarın her ortamda sergilediği fırlama tarza yakın, hem de bilgi seviyesi şaşırtıcı derecede yüksek. "Akıllı stada, akıllı hesap" gibi bir mantıkla kurgulandığını anladığım bu hesap taraftarla siyah-beyaz çekiyor, rakiplere nazik şekilde laf sokuyor, üstelik tarihi forzabesiktas forum konusu "empişayn"a bile hakim. 

Vodafone'un 
son iki bombasıysa  başrolünü efsane Süreyya Soner'in oynadığı forma tanıtımı ve bir tribün şarkısını temel alan özel paketle ilgili filmleri oldu. Birçok futbolcudan daha fazla sevilen büyük Beşiktaş emekçisiyle marka mesajını birleştirmek yukarıda anlatmaya çalıştığım "değer odaklı" pazarlama anlayışının bir örneği. Mesaj elbette yerini buldu - video internette yoğun bir şekilde paylaşılırken forma satışları stokları eritti, tüm Türkiye'yi "Vodafone" logosu taşıyan Beşiktaş formalı insanlar doldurdu. Karakartal paketinin performansını ise ancak tahmin edebiliyoruz... 

Vodafone Beşiktaş ortaklığı kurumlar için örnek bir işbirliği yarattı, sponsorluk planları olan firmalara benchmark oluşturdu. Üstelik daha stad bile açılmadı, stad açıldığında kimbilir neler olacak?

Son söz : Ndemiştik, taraftar gün gelir sadece satın almaz, senin için reklam da yapar... :) 




28 Ocak 2014 Salı

Dijital / Geleneksel

Bizim ufaklık dünyaya geldikten sonra yeni başladığım blog da yalan olmuştu.

Aradan 2 yıl geçmiş - hafiften bir denemelere başlayayım dedim. En son yazıya baktım, Google+ ölü doğdu demişim. Pek yanılmamışım gibi görünüyor. E görünen köy kılavuz istemiyordu. Dijital ortamlar taklide prim vermiyor.

Çünkü dijital dünya, ya da dünyanın dijital ekseni artık hayatın içi oldu. 2 yılda atlanan kademe muazzam. Öncelikle her şey kısalıyor, özetleniyor, görselleşiyor.

Tıpkı Airbus'ın twitter/Vine reklamı gibi.

- Çok kısa
- Bilgi (content) içeriyor.
- Mesaj çok net ve akılda kalıyor
- Görsel dil çekici
- Kısalık içinde beklenmeyecek bir hareketlilik ve aksiyon var

Reklam profesyonellerine sordum. Bu konvansiyonel bir reklam mı, yoksa dijital mi diye. Net bir karar veremedik. İkisi de, ya da hiç biri denebilir. Ancak bence bugünün ve hatta geleceğin iletişimi için güzel bir örnek, paylaşmak istedim...





29 Kasım 2011 Salı

Google+ öldü mü...


Google+ öldü mü...


Twitter’da ne zaman adı uzun süreden beri duyulmayan birisi trending topic alanında belirse bir çok kullanıcı “eyvah yoksa öldü mü?” diye ilginç bir tepki veriyor.

Son günlerde sağda solda Google+ üzerinde bir sürü yazı çıkmaya başlayınca ben de biraz aynı tepkiyi verdim, “eyvah, yoksa Google+ öldü mü?”

The next web’de çıkan yazıyı, ya da takip ettiğim bloglardan the social media examiner’daki röportajı ve çok yakın zamanda PR News Online’da paylaşılan haberi bunlara örnek gösterebilirim mesela...

Evet Google+ la ilgili bir şeyler dönüyor, ama ne?

Hikayeyi biraz geri sarıp, oradan anlatalım:


Google hizmetlerinin önlenemez yükselişi
Google arama motorunda gösterdiği büyük başarıyı kısa zamanda Gmail’le bambaşka bir boyuta taşımıştı hatırlarsanız.

O zamana kadar birbirini taklit eden mail sitelerinin aksine yenilikçiydi, hızlıydı, farklıydı ve bu nedenle de kısa zamanda ciddi bir kullanıcı tabanı oluşturdu. Gmaili diğerleri takip etti, kısa zamanda Google çok farklı, faydalı ve kullanıcı dostu uygulamalarla internet ortamının hakim oyuncularından biri haline geldi.

Ben Gmail ilk hayata geçerken davetiyeleri alan kişilerden biriyim ve girer girmez farkı görmüş, mail adresi kadar önemli bir alan olmasına rağmen iletişimimi ona taşımış ve bir çok arkadaşıma da önermiştim.

Bugüne dönersek, yine kişisel tecrübem çerçevesinde, Google+ için ise aynı şeyleri söyleyemiyorum.

Aksine Google+’da bu sefer başarıya ulaşamayacaklarını düşünüyorum, en azından beklenen açılardan...


Zor dostum zor
Google+ hakim oyunculara ek olarak büyük bir yenilik içermiyor, içerdiği kısmi yenilikler de çok kolay bir şekilde mesela facebook tarafından eklenebiliyor, bu nedenle de zaten facebook, twitter, linkedin gibi mecralara farklı amaçlarla giren kişiler için ek bir çaba, zaman ayırmayı gerektirecek bir çekicilik sunamıyor diye düşünüyorum. 

Google+ sosyal medyayı neredeyse baştan yaratan facebook gibi sıfırdan başlamadı, çok geniş bir sosyal medya alışkanlıkları dünyasına doğdu... Bu nedenle üye sayısı artıyor, ancak etkileşim sayıları için aynı şeyi söylemek mümkün değil, Google da bunun farkında, ve... kanımca... panikte... Bu nedenle TV reklamı vermek gibi sosyal medya ruhu için –bence- komik yöntemleri bile düşünüyorlar...

Bu nedenle, bazıları biraz da “sponsored” gibi duran pro-Google+ yazılarına çok ama çok temkinli yaklaşmakta fayda var gibime geliyor. Yani, en önemli ve hayati özellik olarak “yakında Google+’da yapılan yorumlar google arama sonuçlarında çıkacak” gibi bir içerikli yazılara açıkçası ben hayretle bakıyorum.

Bir taraftan Facebook’ta kullanıcılar benzer bir özelliğin açılmasını panikle karşılarken, Google+’ı övmek için bunu kullanmak, sosyal medya kullanıcısı ruhunu pek de tanımıyor olmayı gerektirir gibime geliyor, öyle değil mi? Yani bu özellik mesela benim için Google+ kullanmayı artırma değil, kullanmayı bırakma sebebidir...

Peki o zaman Google+ ne olacak?

Bence, eğer çok ilginç yeni bir bomba patlatmadığı sürece yeni bir “Buzz” vakası olacak, ve en fazla, tüm Google özelliklerini ortak bir kumanda masasında toplayan bir platform olarak kalacak, o şekilde faydalanacağız.

Sonraki adım ne olacak?
O sosyal medya bombası ne olabilir diye biraz kafa yorarsak...

Ne bu konunun uzmanıyım, ne de fütüristim... Sosyal medya’daki bir sonraki büyük adımı keşfedilebeceğimi da düşünmüyorum ama yine de sosyal medyada bir sonraki jenerasyon başarının iki şekilde gelme ihtimali olduğunu “hissediyorum”:

1)Çevresel uyumlanma:

Sosyal medyanın gelişmesindeki en önemli oyunculardan biri mobil araçların gelişimi oldu. Ancak, telefon ve bilgisayar gibi iletişim araçlarının dışında pek bir araç henüz bu sisteme dahil değil. Örneğin android işletim sistemi gibi bi uygulamanın, bir protokolün arabalar, motosikletler,  televizyonlar, radyolar, buzdolapları gibi insan hayatının vazgeçilmez araçlarına hükmedebildiğini, etkileşime girdiğini ve yeni bir sosyal medya aplikasyonunun bunu altyapıya döndürdüğünü düşünün. Ki böyle bir yenilik, bu cihazların da evrimine yol açacaktır...

2)İletişim uyumlanması:

Facebook ve Twitter’ın emailleşme ve iletişim trafiğinden ciddi  pay kaptığını düşünüyor musunuz?  Yine kişisel gözlemlerim, bir zamanların email gruplarının, forumlarının, mail forwardlarının, email alış verişlerinin yerini sosyal medyanın almaya başladığını düşündürüyor.

İnsanların birbirine telefon açmak, hatta sms göndermek yerine twit attığına bir çoğunuz da tanık oluyorsunuzdur... Ancak, şu anda tüm mailbox geliştirmelerine rağmen, hiç bir mecra, Outlook benzeri bir iletişim yönetim, endeksleme, saklama becerisi sunamıyor.

Email, sms, hatta ses iletişim yönetimini bir outlook seviyesinde yönetebilen, bunu hem kişisel hem de gruplandırma ile götürebilen sosyal medya aracı ciddi ilgi görecektir diye düşünüyorum.

Yeni Göçler
Eskiden insanlar coğrafyalardan göç ederdi, 2000’lerin dünyasında ise sosyal mecralardan göç ediliyor. Örneğin şu anda unutulmuş olan Yonja, Facebook ilk çıktığından anormal popülerdi ancak herkes bir anda Facebook’a göç edince bomboş kaldı... Google+ ‘ın benzer bir göç yaratması ancak benim saydığım gibi, ya da bambaşka bir parlak fikir ve öneriyle mümkün olabilir...

Sonuç olarak Google+ öldü mü? Ölecek mi?

Google gibi bir devin büyük bir iddia ile yarattığı koca bir mecranın ölebileceği fikri bir çok kişi için zorlayıcı bir düşünce olabilir, o nedenle eskilerden gelen bir tonla onlara tercüman olalım:


“Google+ öldü mü...

Issiz acun kaldı mı...

Facebook öcün aldı mı...

Şimdi yürek yırtılır..”


13 Kasım 2011 Pazar

Kifayetsiz Muhteris




Internette dolaşan meşhur email “forwardları” vardır. Ya da vardı.

Facebook paylaşımlarının artmasıyla bu tür emaillerin sayısında da bir azalma görüyoruz, Facebook’ta herhangi bir şeyi basitçe paylaşmak çok daha kolay olduğu için bu erken dönem internet fenomeninin de devri kapanıyor herhalde...

Neyse, konumuz bu değil.

Bu emaillerin meşhur ve popüler olanlarından bir tanesi de “Dunning-Kruger” sendromu üzerinedir. Cornell Üniversitesi’nden iki psikolog tarafından yapılan ve yetersiz insanların çalışma hayatında nasıl yükselebildiğini anlamaya çalışan bu basit, eğlenceli araştırmaya ve sonuçlarına dair email büyük ilgi görmüş ve ciddi bir forward ratingi almıştı. Bu araştırmada incelenen durumu Dr. Serra Menekay Öncel şöyle özetler:


“Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak"olarak görecektir.Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak verecek misiniz ?”

Uzun uzun anlatmayayım, google’da basit bir arama ile bir çok yorum ve bilgiye ulaşabilirsiniz.
Ekşi sözlük’te yer alan bir başlıkta ise bir çok eğlenceli giriş var, buradan ulaşabilirsiniz...

Benim yapmak istediğim ise bu olguyu sorgulamak ya da bu kişilerin sergilediği davranış tarzını analiz etmek değil, bu tarzın işletmelerde nasıl olup da işe yaradığı üzerine biraz kafa yormak...

Kifayetsiz muhterisler olarak da tanımlayabileceğimiz ve bahsi geçen sendromdan müzdarip bu arkadaşları organizasyonlara sızan ve daha sonrasında içten içe yiyerek orta ve uzun vadede ciddi hasarlar veren virüsler olarak tanımlayalım.

Böyle tanımladığımızda iki temel zayıflıktan faydalandıklarını da daha kolay anlatabiliriz:

1.    Virüs organizmaya nasıl girer ? Kurumsal bir işe alım sistemi yoksa girer...

Kurumun değerlerini kişinin nitelikleri ile karşılaştıran, farklı ve objektif işe alım analizlerini içeren, birden çok kişinin çapraz görüşmeleri ile ilerleyen ve doğru referanslarla görüşmeleri kapsayan işe alım süreçleriniz yoksa, bu arkadaşlar kendilerine güvenen duruşları ve müthiş pazarlama dilleri ile kendilerini - çoğu zaman kendilerine benzeyen ve bu nedenle de sağlıklı değerlendirme yapamayan– yöneticilere mükemmel bir şekilde satacaklardır. 

(Gelin hemen bir test yapalım: Bir pozisyon için iki adayla görüşüyorsunuz ve sizden sadece yarım saatlik bir görüşme ile karar vermeniz istendi. Adaylardan biri son derece kendinden emin, güvenle konuşuyor, bir çok büyük başarısını harika hikayelerle anlatıyor. Diğeri ise biraz çekingen, daha alt bir tondan konuşuyor, yaptıkları ile ilgili anlattıkları ise sınırlı. Hangisini tercih edersiniz ?)

2.   Organizmaya giren virüs nasıl hayatını devam ettirir ? 360 derece geri bildirimleri de içeren bir performans sistemi mevcut değilse, hayatını çok da güzel devam ettirebilir...
Evet, diyelim ki virüs organizmaya sızdı.

Sergilediği tavır ve performansın değer kazanması, şirket içinde objektif bir performans değerlendirme sisteminin olmamasıyla mümkündür. Başkalarının bilgisini alır, mükemmel bir şekilde kendisininmiş gibi utanmadan pazarlar, sürekli kendisinden bahseder, konumunun altını çizer, başarızlıklarını hemen sümenaltı eder, altındakileri sürekli baskı altında tutarak üstlerine karşı bir ilüzyon dünyası yaratır, çok rahat bir şekilde yalan söyler.

Bu nedenle bu kişilerin organizyonda ilerlemesinin durdurularak sistem dışına çıkarılmalarında şirket içinde kurum hedefleri ile bireysel hedefleri birbirine bağlayan objektif bir performans değerlendirme sisteminin bulunması ve bu sistemin geri bildirimlerle de beslenen çağdaş mekanizmaları içermesi büyük rol oynar.

Bakın, bu sistemlerin olmadığı, ya da işletilmediği bir çok milyar dolarlık kurumun en başına "kifayetsiz muhteris" tabirine tam anlamıyla uyan kişilerin geçebildiği bilinen bir gerçektir, emin olun.


Ancak kesinlikle emin olmanız gereken diğer bir şey de şudur : Orta ya da uzun vadede bu arkadaşların foyaları mutlaka ve mutlaka ortaya çıkar. Ancak çoğu zaman geç kalınmış, virüs organizmayı ciddi anlamda zedelemiştir. Bu kişilerden bir çoğu yönettikleri alan ya da şirketleri gerçek ya da mecazi anlamda batırmıştır.
  
Çağdaş ve çokuluslu bir çok kurumda bu sistemler bulunduğundan, bu tür kişilerin sisteme girmesi de, barınması da zordur - ki oralarda bile bunlara rastlayabiliyorsunuz, yüzde yüz başarı mümkün değil - ve insanın temel itici güç olduğu her türlü işletme de bu nedenle bu sistemleri hayata geçirmek zorundadır.

Gelişmiş işe alım ve performans değerlendirme sistemleri, kurumların virüslere karşı bağışıklık aşılarıdır!


Link tavsiyeleri:


15 Ekim 2011 Cumartesi

Gerçek Hayat Ne Zaman "Offline" Oldu ?


Bütün proje tartışmalarının, uygulama fikir alışverişinin arasında bir gün ansızın bir örnek anlattı bir arkadaşımız:

İyi bir uygulama örneğiydi ve ödüller bile kazanmıştı : Ürünle ilgili bir blog, o bloga ürünün hayattaki yerine dair gelen yazılar, daha sonra bu yazıların bir kitapta toplanması ve bloga yazı gönderen tüm yazarlarla birlikte bir kutlama partisi.

“Olayı "online"dan “offline"na taşımışlar” dedi arkadaşımız... Diğeri onu onayladı...

Sosyal medya tarafını "online" olarak tanımlarken, kitap hazırlanmasını, basılmasını ve sonraki partiyi “offline” olarak tanımlıyorlardı.

Vay canına dedim, bildiğimiz gerçek hayat ne zaman “offline” oldu ?

Şu işe bak... Selülöz ve mürekkep kokusu ile parmaklarınızın kıvrımları arasında dolanarak içindekileri fısıldayan gerçek sayfaları gururla taşıyan bir kitapla, haki yeşil bir pardesüyü üzerinize geçirip, belki de yaklaşan yeni bir kışın soğuğunu taşıyan rüzgarlı sokakların sizi ona taşıdığı bir kutlama gecesi, onun kalabalığı, sesleri, insanları, neşesi, hüznü, müziği... Bunlar artık “offline” mı olmuştu?

Nostalji ve romantizmin büyülü ve huzur veren pelerini altına saklanmadan ve taze bir alan olan sosyal mecraları tanımlamak için kullanılan “online” ifadesinin diğer eski mecraları ve hatta gerçek hayat tecrübelerini tanımlamak için mihenk noktası haline gelmesi üzerinde çok da durmadan ahval-i gidişata başka pencerelerden de bakalım:

1)    İstatistik penceresi  :



Dünya çapında yapılmış bu araştırmaya göre 1 milyar insan sosyal mecraları kullanıyor, 400 milyonu her gün giriyor ve ortalama kullanma süresi 37 dakika!


Nielsen tarafından Amerika’da yapılmış bu araştırma da, her 5 internet kullancısından 4’ünün mutlaka sosyal medyayı kullandığını gösteriyor. Önemli bir bilgi de, bilgisayarların yanısıra mobil cihazlardan girişlerin bir yılda %30 artmış olması! Yani sokakta kullanım da her geçen gün artıyor!

2)    Trendler ve uygulamalar penceresi :

-       Bir çok kuruluş internet sayfası adresi yerine facebook adresi vermeye başladı.
-       Microsoft, CRM uygulamasına yaptığı bir eklenti ile facebook üzerinden birebir müşteri iletişimine imkan tanıdı.
-       Email grupları ve hatta emailin yerini karşılıklı tweetlere bırakmaya başladığı örnekler görülüyor.
-       TV programları, gazeteciler, radyo programcıları, interaksiyon için twitterı ana araç olarak kullanmaya başladı.
-       Mesela #gamification, advergame konusu için apayrı bir başlık gerekir.  (Bakın ben bile konuyu twitter hashtagı ile yazdım. Bunu twitterda takip edebilirsiniz).
-       Aşağıdaki gibi pluginler, belirli konular hakkında oluşan tüm konuları takip için entegre bir araç olarak kullanılabiliyor.


Çok iyi biliyorsunuz, bu liste çok uzatılabilir. Ancak sadede gelelim :

Mirc, ICQ, Yonja, MSN, Facebook, Twitter, Google+, blogger, youtube vesaire sosyal mecraların evrimi, mobil cihazların ve cep telefonlarının iyice gelişmesi ile yepyeni bir aşamaya gelmiştir ve artık bu geldiğimiz noktada, bunlar gerçek hayatın ayrılmaz birer parçası olmuşlardır. Eğer gerçek hayat tecrübelerine “offline” diyorsak, ve artık elektronik iletişim mecraları bu hayatın tam göbeğinde yerini ayrılmaz bir şekilde almışsa, bunlar da “offline” değil midir ? Mesela bu yazıyı print edilmiş bir a4 sayfası üzerinde okumanız neden “offline”, iphone ekranında okumanız neden online’dır?

Bu soruların içinden çıkılması zor, bu nedenle kurumların her türlü iletişim düşüncesinde,"online" ve “offline” gibi iki ayrı kavram içinde boğulmadan “günümüzdeki gerçek hayatın” ne olduğunu iyi kavraması ve ona göre bu düşünceleri şekillendirmesi gerekir.

Biz de Trafikte Sorumluluk Hareketi’nin son filmi #gözyumma’da bu şekillendirmeyi yapmaya çalıştık.

TV’lerde yayınlanan ve http://on.fb.me/oLvtoy adresinde izleyebileceğiniz filmimiz insanların çevresindeki sorunlara göz yummaması gerektiğini söylüyor. Bu filmin sonuna eklediğimiz bir twitter hashtagi ile twitter kullanıcılarını bu filmi izlemenin ötesinde, bu konu ile ilgili interaksiyona girmeye, #gözyumma konusu üzerine düşünmeye ve yazmaya davet ettik.





Böylelikle bir reklam filmi, bir gerçek hayat tecrübesi yaratmaya ön ayak oldu ve bunu da sanal bir ortam üzerinden yapmayı denedi. Burada neyin online, neyin “offline” olduğunun artık birbirine girdiği ve seyircinin gündelik hayatına giren toplu bir girişimden bahsediyoruz. Filmin etkisini artıracak ve gerçek hayatın içine sokacak basit bir şeydi yaptığımız ve aldığımız geri dönüşlere bakarak ileride bunun çok kullanacağını söyleyebiliriz.


                               



Son sözü söyleyelim : Gerçek hayat hiç bir zaman "offline" olmaz!